M

Mithat Cemal Kuntay

Mithat Cemal Kuntay Biyografisi

Yazdığı vatanseverlik şiirleri onu Türk edebiyatının en tanınmış hamaset şairlerinden birisi yaptı. “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” sanatçının meşhur dizeleridir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış dönemini konu edinen, Üç İstanbul adlı ilk ve tek romanı ile ünlendi.

Mithat Cemal Kuntay, 1885 yılında İstanbul’da Arnavutluk‘un İşkodra şehirinden gelen bir ailenin oğlu olarak doğmuştur. Babası Selim Sırrı Bey, annesi Samiye Bayan’dır. Orta öğrenimini Aksaray’daki Mekteb-i Osmaniye Rüştiye’sinde, Saint Joseph Lisesi’nde başladığı lise öğrenimini Vefa Lisesi’nde tamamladıktan sonradan Mekteb-i Hukuk’tan birincilikle mezun oldu. 1908 yılında kazandığı sınav sonucu doktoraya başlayarak, Hukuk Mektebi’nde hukuk idaresi dersi vermekte olan İbrahim Hakkı Paşa’nın asistanı oldu. Eğitimini tamamladığında Türkiye’de ilk hukuk doktoru unvanını aldı.

Mithat Cemal Kuntay, 17 yaşındayken babasını kaybedince 10 kişilik ailesinin geçimini sağlama yükünü üstüne aldı ve öğrencilik yıllarında gazetecilik, özel öğretmenlik, sonra avukatlık yaparak bu yükü taşımaya çalıştı. 18 yaşında iken 1903 yılında Mehmet Akif Ersoy ile tanıştı. Padişaha jurnal edildiği için 1906’da bir vakit tutuklu kaldı. Mehmet Akif Ersoy’un II. Meşrutiyet’deri sonra yazdığı İstibdat adlı şiiri, bu olayın hatırasına Mithat Cemal Kuntay’a ithaf edilmiştir. Mehmet Akif Ersoy ile birlikte yazdığı ‘Elhamra’ adlı şiiri ve ‘Acem Şahına’ adlı manzumeyi Resimli Kitap’ta yayımladı. Acem Şahı, şair olarak ününü arttırdı.

Mithat Cemal Kuntay, bir zaman “hukukta hitabet” dersleri verdikten sonra imtihan kazanarak Adliye Nezareti Özel Kalem’ine kâtiplik görevine başladı, Adliye Nezareti Özel Kalemi’ne girerek müdürlüğe kadar yükseldi. Kısa bir vakit Birinci Hukuk Mahkemesi üyesi olarak yargıçlık yaptı. Birinci Hukuk Mahkemesi üyeliğinden daha sonra 1923 yılında Beyoğlu Dördüncü Noteri oldu. 1956’da İstanbul’da ölümüne dek bu görevi sürdürdü. Yazmaya şiirle başladı.

I. Dünya Savaşı esnasında hükümetin Çanakkale Cephesi’ne gönderdiği 40 değin şair arasında Mithat Cemal de yer aldı. Savaş yıllarında çıkartılan Harp Mecmuası’nda hamasi şiirlerini yayımladı.

Millî Uğraş yıllarında da hamaset şiirleri yazmaya devam etti. 30 Ağustos Zaferi’nden sonra yazdığı ‘Vatan Hisleri’ adlı şiirinin son iki mısrası TBMM’de Mustafa Kemal ATATÜRK kadar okundu:

tirnak-sol.gifspacer.giftirnak-sag.gifÖlmez bu vatan farz-ı muhal ölse de hattâ / Çekmez kürenin sırtı bu tâbât-ı cesîmi
(Ölmez bu vatan varsayalım ölse bile / Çekmez dünyanın bedeni bu iri tabutu). Bu durum, ününü birden arttırdı

İlk şiiri “Elhamra” Resimli Kitap’ta yayınlandı. II. Meşrutiyet‘e değin dağıtılmış dergilerde yayınlanan ve aruzun ustaca kullanıldığı, milli duyguların ön plana çıkarıldığı şiirleriyle tanındı. Ulusal Edebiyat Akımı’nın değerlerini benimsedi, ancak aruz ölçüsünü kullanmıştır.

“Elhamra” ve “Acem Şahına” adlı şiiri Mehmet Akif Ersoy ile birlikte yazmıştır.

“Üç İstanbul” romanında da canlandırdığı Mehmet Akif Ersoy ile tanışması, sanatı ve düşünceleri üstünde etkin oldu.

Çınaraltı dergisinde 1943-1944’te yayınlanan son dönem şiirlerinde Yahya Kemal Beyatlı‘dan da etkilendiği görüldü. Yalın bir dil kullandığı “Kemal”, “Yirmi Sekiz Kânun-ı Evvel” gibi oyunlarında yurt sevgisi konusunu işledi.

Tek romanı ve en manâlı eseri “Üç İstanbul”da, Abdülhamit II, II. Meşrutiyet ve Mütareke yıllarının İstanbul‘unu anlattı. Gerçekçi kişiler, ayrıntılı tahliller ve bu üç dönemin yaşantısından sunduğu canlı kesitlerle dikkat çeken bu roman 1983 yılında TRT göre televizyon dizisi olarak da yayınlandı ve büyük ilgi topladı. Senaryosunu Bülent Oran‘ın yazdığı dizinin yönetmenliğini Feyzi Tuna yaparken, başrollerde Burçin Oraloğlu ve Ayda Aksel oynadı.

Edebiyat araştırmaları yapan Mithat Cemal Kuntay, çözümleme ve araştırmalarını 1913‘te yayınlanan “Hitabet ve Münazara Dersleri”, 1914’te yayınlanan “Hitabet Dersleri” kitaplarında topladı.

1945 yılında yayınladığı tek şiir kitabı Türkün Sehnamesi‘nde 82 şiiri yer aldı.

1950 seçimlerinde CHP listesinden Çorum milletvekili adayı olduysa da seçilemedi.

Hicaz Valisi Ahmet Ratip Paşa’nın torunlarından Naile Bayan ile evlenen Mithat Cemal Kuntay, fazla sevdiği eşini genç yaşta yitirdikten daha sonra baştan evlenmedi. Naile Hanım (1895-1945) ile evliliğinden Vedat (1918-2011) isimli tek bir oğlu ve fotoğraf sanatçısı Lale Tara tek torunudur.

Mithat Cemal Kuntay, 30 Mart 1956 tarihinde İstanbul’da 71 yaşında ölmüştür.

Mithat Cemal Kuntay, herhangi bir edebî topluluğa ve edebî bir mektebe emrindeki olmadan eserler vermiş bir şairimizdir. Şiirlerinin asıl vasfı ‘epik’ ve ‘sosyal’ olmaktır. Mithat Cemal, şahsî duygularını dile getiren bir şâir değildir. Konularını kendi iç dünyasından yok, dıştan almıştır. Mertlik ve yurt duygularını, tarih sevgisini, geçmişin büyüklüğünü ve güzel taraflarını işlemiştir.

İLGİLİ BİYOGRAFİ :   Mustafa Kumlu

Kitapları :
Roman :
1938 – Üç İstanbul

Şiir:
1945 – Türk’ün Şehnamesinden
1909 – Elhamra (Mehmet Akif Ersoy ile)
1918 – Acem Şahına (Mehmet Akif Ersoy ile)

Antoloji:
1913 – Nefaisi Edebiye

Oyun:
1912 – Kemal
1918 – Yirmi Sekiz Kânun-ı Evvel (Çanakkale savaşıhakkında oyun)

Biyografi:
1939 – Mehmet Akif – Hayatı, Seciyesi, Sanatı
1944 – İstiklal Şairi Mehmet Akif
1944 – İlkler ve Ötekiler
1944 – 1956 – Namık Kemal (2 deri)
1946 – Sarıklı İhtilalci Ali Suavi
1948 – Mehmed Âkif: Hayatı, Sanatı, Şiirleri, Seciyesi, Seçme Şiirleri
Tevfik Fikret (Basılmamış çalışması)

İnceleme ve araştırma :
1913 – Hitabet ve Tartışma Dersleri
1913 – İftira-yı Taassub
1914 – Hitabet Dersleri
1915 – Edebiyat Defteri

Şiirlerinden örnekler :
Acem Şâhı :

Bu şiir, Mehmet Akif Ersoy ve Mithat Cemal Kuntay göre o dönemde dünyada hakim olan tekçi yönetimlere yazılmıştır. Şairler, Sadi-i Şirazi‘nin iki müthiş beytini yorumlamışlardır. “ben yaparım olurcu” tarzda diktatöryal tavırlı riyaset makamında olanlar için, halkına karşı işlem yapan devletin başındaki idareciler için yazılmıştır.

Acem Şâhı :
Gürz-i girân-ı zulmünü ey kanlı nâsiye;
Eyvân-ı zer-cidârına as ziynetin diye!
Al kanlı bir kefenle donat hayme-gâhını,
Canlarla yak meşâil-i mâtem-penâhını!
Makberlerin hufeyre-i muzlim-dehanları,
Dendân-ı gayz u kahra şebîh üstühanları
Yâd eylesin mezâlimini tâ ebed senin,
Ey cebhesi kitâbesi bin kanlı medfenin!
Ey bir hayâle tuhfe kılan bin hakîkati,
Ey âhenîn eliyle kazıp kabr-i milleti,
Nûr-i hayât ufuklarını herc ü merc eden,
Leylin şedîd zulmetini rûha mezc eden!
Envâr-ı mihr-i fikri sen ey hâksâr eden,
Meyyitlerin izâmı gibi târumâr eden!
Ey hâdimi serâçe-i mâtem-feşanların!
Rahş-ı akûr-i zulmüne pâmâl olanların
Gül-gonce-i mezârı mıdır tâc-ı devletin?
Tutmuşsa da avâlim-i efkârı şöhretin,
Zannetme ancak hükûmetinin efseriyledir…
Sa’dî’lerin mezâr-ı çemen-ber-seriyledir.
Sa’dî’lerin mezârı, evet, bir avuç türâb…
Tahtınsa bir evren fakat senin âsüman-meâb!
Lâkin o kabre bence fedâ taht ü efserin…
Makber-güzîn olup da sükût eyleyenlerin
Feryâd-ı vâpesînine değmez bu velvelen…
Mudhik kazanç nigâh-ı temâşâma hâilen!
Bin mülkü, milleti yok eden pençe-i kader,
Bir şahsı kuşkusuz ebedî kılmamak gerek.
Mâzî oysa işte makbereler mâverâsıdır,
Milletlerin haziyre-i zâir-cüdâsıdır,
Atfeylesen nigâhını ka’r-ı zalâmına:
Milletlere gözün ilişir na’ş nâmına!
Dârâ’ların o nâsiye-i târumârını,
Ecdâdının izâmını, çökmüş mezârını
Pîş-i nigâh-i ibretine al da bir düşün…
Çoktur bu rütbe dağdağa bir kabza hâk için!
İklîmler alan o muazzam Napolyon’un
Bir hufredir kazandığı şey. İşte bak onun
En son serîri makbere-i mâtemîsidir,
Akreplerin nedîmi, yılanlar enîsidir!
Yer kalmamış sarây-ı muallâna bak utan:
Mâtem-sarâylarla doymuş sâha-i vatan!
Emr-i âlem-mutâı bu dünyâyı râm eden
Eslâfının -bugün düşünürsen- yok iken
Toprak dolan dehenleri feryâda muktedir,
Hâlâ senin bu velvele-i nahvetin nedir?

Bu müdhiş velvelen Îrân’ı dâim inletir sanma.
«Muzaffersin! » diyen sesler tüm hâindir, aldatma.
Başarı-yâb olduğun kimdir? Düşün bir kerre, ırk mi?
Adâlet isteyen bir kavmi vurmak gâlibiyyet mi?
Nasîbin yok mudur bir tutam olsun âdemiyyetten?
Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryâda milletten?
Emîn ol bunca mazlûmun yüreklerden kopan âhı,
Tependen indirir, kuşkusuz birgün lâ’netu’llâhı!
Sığınmış olduğun şevket-sarây-ı zulmü öyle muhkem
Hayâl etmektesin… Lâkin ne bârûlar, ne müstahkem
Penâh-ı bî-emanlar, ihtişam-i Kahhâr-ı Mutlak’la,
Kökünden devrilip aniden yeksân oldu toprakla!
O, bir çok memleket vîran edip yaptırdığın eyvan
Harâb olmaz mı? Kabristâna dönmüşken bütün Îran?
Evet, Îrân’ı kabristâna döndürdün, helâk ettin;
Kefen yaptın girîbân-ı ümîdi çâk çâk ettin!
«Bütün dünyâ için bir damla kan çoktur» diyorlar, sen,
Şu ma’sûm ümmetin seller akıttın hûn-i pâkinden!
Yüzünden perde-i temkîni bundan böyle kaldırıp attın:
Ne mâhiyyet, nasıl fıtrattasın, dünyâya anlattın!
Livâü’l-hamd-i hürriyyet iken İslâm için gâyet,
Nedir pâmâl-i istibdâdın edinmek pek bir râyet?
Kazak celbeyleyip tâ Rusya’dan sâdâtı çiğnettin;
Yezîd’in rûhu şâd olsun… Emînim çünkü şâd ettin!
Şehâmet gösterip binlerce beytullâhı bastırdın;
Şecâat talep edip çoğu ricâlullâhı astırdın!
Ne Allah’tan hayâ ettin, ne Peygamber’den âr ettin:
Devirdin kâ’be-i ulyâ-yı dîni, hâk-sâr ettin!
Hamâset-perverân-ı kavmi tuttun bir bir öldürdün,
Umûmen Şark’ı ağlattın, umûmen Garb’ı güldürdün…
Hayır, hiçbir güler yüzlü değil, sızlıyor Garb’ın da vicdânı,
Görüp ecsâd-ı mazlûmîne meşher hâk-i Îrân’ı!
O Sa’dî’ler, o Hâfız’lar, o Firdevsî, o Râzî’ler,
Gazâlî’ler, o Kutbüddîn, o Sa’düddîn, o Kàdî’ler
Yetiştirmiş; o Örfî’nin, o birçok şems-i irfânın
Ziyâsından tenevvür eylemiş iklîmi dünyânın,
Bugün makhûr-i nâdânîsidir bir fırka haydûdun!
Nedir pinhân olan esrârı bilmem bunda Ma’bûd’un?
Hayır, Ma’bûd’a ircâında yoktur bunların ma’nâ:
Yataklık eylemez cânîye -hâşâ- bir zaman Mevlâ.
Şehâmet-perverâ, Şâhâ! Vakit, bî-dâdı kaldırmaz;
Hatâ etmektesin şâyed diyorsan «Kimse aldırmaz.»
Bu istibdâda bundan böyle bir nihâyet ver oysa: İstikbâl
Karanlık derler amma işte o kadar meydanda: İzmihlâl!

İLGİLİ BİYOGRAFİ :   Mercimek Ahmet

On Beş Yılı Karşılarken
Kim derdi yarılsın da nihayet yerin altı,
bir anda dirilsin de şu milyonla karaltı.
Topraklaşan ellerde birer meşale yansın.
Kim der ama şu milyonla adam aniden uyansın.
Kim derdi seher yıldızı doğsun da bir evden,
Kaçsın da cehennemler o bir damla alevden,
Canlansın ışık selleri olsun da o damla
Beş devletin öldürdüğü devlet bir adamla.
Kim der oysa en son rakamlar da delirsin.
On beş asır on beş yılın eb’adına girsin.
Dünyaları bir fert evet oynattı yerinden,
Sarsıldı demirler evet azmin demirinden.
Mazi yıkılıp gitti evet fesli, kafesli:
Lâkin bugünün ey granit bünyeli nesli,
Bir şey ele geçmez şerefin sade adından.
Sen arşı bırak, varsa haber ver kanadından.
Gökten ne çıkar? Gök ha büyükmüş ha değilmiş,
Sen alnını göster ne kadar yükselebilmiş.
Gökler çıkabildin, uçabildinse derindir,
Tarihi kendin yazıyorsan, eserindir.
Bahsetme bugün sade dünün mucizesinden,
İnsan utanır sonradan yarın kendi sesinden.
Asrın yaşamak hakkını vermez sana kimse;
Sen asrını üstünde izin varsa benimse;
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.

Atatürk’ün Cenazesini Ankara’da Karşılarken :
Gene on beş sene evvel gibi Gazi geliyor,
Yine on beş sene evvelki dek yükseliyor.
Yine başlarda oturmuş, gene göklerde başı;
Yıldırımlar gene bir eski silâh arkadaşı.
Ölümün sonsuz ufkunda yatarken gene sağ;
Bir avuç toprak olurken gene yüksek, gene dağ.
Yine bir memleketin satveti bir tek emeli.
Koca bir yurdu tutarken gene sapsağlam eli.
Çürüyen göğsü için takızaferler gene bakımlı;
Yine sağdır, gene sağlamdır O, hem geçen günkü değin.
Ona hicranla… hayır, sade taabbütle eğil;
Ölüdür; içten, lakin öldüğü hiç muhakkak yok.

Eğilme
Zincirin altınsa da hatta, koparıp kır,
Susmak ne demekmiş, yere haykır göğe haykır!
Vicdan bile duymaz çıkmazsa bir âhı,
Gürültüsüz kölelerdir yaratan binbir ilâhı
Elbet put olurlar öpülen eller, etekler,
Elbet öpen epeyce, olur öptürecekler!
Bağımsızlık, o en son şerefindir, onu satma!

Kimdim?
Tufanlar, alevler beni bir kal’a sanırdı;
Taçlar uçuşur, dalgalanır, parçalanırdı.
Kahhâr atımın kanlı, kıvılcımlı izinde;
Bir diğer denizdim ebediyyet denizinde.
Çarpardı göğün kalbi hilâlin avucunda;
Titrerdi yerin talihi merminin ucunda.
Günler, elimin çizdiği yerlerden akardı;
Üç kıt’ada korkunç atımın izleri vardı.
Üzerinde uçarken o nişîbin bu firâzın,
En şanlı, şehâmetli hükümdarına arzın.
Tek bir bakışım güya inayetti, keremdi;
İklîli hediyyemdi, arazisi hîbemdi.
Hançerdi hayâlim, tüm akvam ona kındı;
her tarafında dünyâ bir esîrimdi; kadındı.
Asabına nabzımdaki ahengi verirdim?
Kasd eylediğim şekli verir, rengi verirdim.
Dünyâ bilir iclâlimi ben böyle değildim;
Ben, altı asırdan beri bir kerre eğildim!

Kimiz?
Yaslıyız, kapkara olsak da hayâlet değiliz;
Silemezsin, izimizdir yerin altındaki iz.
Şahlanır göklere inkâr edilen heykelimiz,
Gösterir ufku, ölürken bile, anemik elimiz.
Kırılan göğsümüzün darmadağın mermerine,
Bir ateş dalgası mecz eylemişiz kan yerine.
Yerde dursak ne çıkar, gökte yürür maksadımız,
Titretip burcuna, bârûsunu zulmün, adımız.
Yüzümüz zulme susarken gözümüz ses kesilir;
Zâlimin rûhuna zulmün leşi mahbes kesilir.
Dökülen kanlarımız, farzı muhâl olsa heder,
Tekrar tek damlasının kendi yeter, yâdı yeter;
O kızıl damla ki bir hutbesidir hakkımızın.
Gezer etrafını çığlık gibi âfâkımızın.
Boş Yere gitmez, heder olmaz, vurulup düşdüğümüz,
Zâlimin göğsüne çarpar düşüyorken ölümüz.
Canımızdır, acı hissetmeyerek, verdiğimiz;
Şaşırırsın, şu asırlar sana anlatsa kimiz…

Mazinin Sesi
Doğmuş ta bu devlet Edebali’nin evinde
Akmıştı bütün kan seli iman alevinde.
Üç asra fetihler doymuş rüyayı koyanlar,
Boydan boya tarihe uzanmış uyuyanlar,
Osman gibiler, sonra Süleyman gibilerdi;
Ceddin o çelik ruhunu dağlarda bilerdi.
Yoksun, kuru topraktan ibaret vatanınla,
Tarihini yazmasan eğer sen de kanınla!

UYUMAK YOK

Üç yüz yıl evvel yanılıp esnemesiyle,
Üç asrı uyutmuştu deden kendi sesiyle…
Dünya uyanıkken uyuyan gözdeki perde
Korkunç oluyor üç denizin aktığı yerde.
Yüksel de ışıklar uçuşan memleketinden
Sök beygir o siyah uykuyu rûhundan, etinden!
Bundan Böyle güpegündüz uyuyan hastaya adalet yok,
Yurdun güneşin doğduğu yerdir, uyuklamak yok!

İLGİLİ BİYOGRAFİ :   Mark Esper

GAZİ’YE
Cumhuriyetin Onuncu Sene Dönümünde
İnsan kanının yazdığı tarihi açarsak,
Siması dökülmüş, eli titreyen, kolu sarsak.
Binlerce hayalet ebediyyen dilenirler;
Heykellerinin can çekişen taşları titrer.
Bir an unutulmaktan, o bir damla yosundan,
Her âbide kıpkırmızıdır kan kokusundan.
Bir âbidesin sen de lakin her tarafın nur;
Toprak gibi böylece sade, ama dağ gibi mağrur!
Tarih ebediyyetlere insan diye versin:
Sen hissi olan, göğsü vuran tak-ı zafersin!
Hisler uçuşur kaskatı tuncunda, taşında!
Şebnemleri var merhametin taş bakışında!
Tunç olmana rağmen de çiçek gördün, eğildin;
İnsan yaratırken bile insan kalabildin.
Çıksan göğe “buldum” diyerek gökyüzü saklar;
İnsen yere, ay, yıldız iner, yerde kucaklar;
Gözlerde, gönüllerde sabit oturursun;
Hislerde, göğüslerde, nabızlarda vurursun;
On yıldır, omuzlardaki başlar da başındır,
beyazlamış, siyah saçlı olanlar sarışındır.
Zira bu ateş parçalanırken de tamamdır;
Zira bu yığınlarla adam tek bir adamdır:
Zira içi hep senden ibaret derimizle,
Sensin tutan âtiyi bizim ellerimizle…

Vatan Hisleri
Düşmez yere haşa o bizim bayrağımızdır.
Bir fecr olarak doğmadadır her dağımızdan.
Ay-yıldız… O mazideki bir süstür, muhakkak ol,
Atîde güneşler doğacak bayrağımızdan.
Altına yatarken de bizimdir yerin üstü,
Bir kal’e olur toprağımız vecde kazanç de;
Dağlar, kayalar göğsümüz üzerinde tepinse.
Düşmanları biz ram ederiz kan kesilir de.
Deryaları kan, taşları bitmez kemik olsa,
Bir son nefesin aynı olup bitse nesîmi
Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hatta,
Çekmez kürenin sırtı o tabût-ı cesîmi.

Topkapı Arşivinde
Göğsüm değerinde üç asra bütün saltanatıyla,
Maziyi dolaştıkça Süleymanın atıyla.
Gönlüm tadar ummanı tüm şaşaasıyla,
Sallar kayıp aktıkça Süleyman paşasıyla.
Ruhum dolar, ömrün dolar orduyla, gemiyle.
Fermanlar okudukça Selim’in kalemiyle…
Defalarca sizdedir onlar: aşan oklar, uçan atlar,
Ey şemseli kaplar, çürümüş, eski kaatlar! ..

Türk Öğretmenlerine
Bazen ölüler yurdu korur, bir takım da sağlar;
Göz nuru karışmazsa şehadet kanı ağlar.
Yoksulluğun ufkunda erirken bile mağrur,
Sensin o dokunaklı nûr, o derin nûr, o büyük nûr.
Hoşnutsun, eğilmiş okuyorsun, yazıyorsun;
Ey terli alın, ey güneşin öptüğü insan.
Şöhret aramaz, şân aramaz, nâm aramazsın;
Cemiyetin omzunda da yokmuş değin azsın.
İlmin sesi haykırmaz: ilim şarlatan olmaz,
Sessiz de seven yoksa vatanlar vatan olmaz.
Sen yurdunu haykırmayarak rahat seversin,
Kalmışsa eğer, ömrümü Tanrı’m sana versin…

BASKI

Kaybolurken göklerin koynunda taşdan nâsiyen,
Sormadın, yatmış serilmiş böyle kimdir inleyen.
Sormadın kimdir bu dağ? Dağdan büyük lâkin sakat!
Ah bilmezsin ne müdhiştir, ne engindir ama,
Acıklı bir yüzde bir an titrek bir damla su:
Çırpınır koynunda zulmün en yenilmez ordusu.
Ben ama hiç bir korku duymam haykırırken şimşek,
Sonradan ben gürültüsüz, sedasız bir adamdan korkarım.
Kal’alardan hiç çekinmem, daha sonra, bak, bilmem niçin,
Korkarım isminde bir devlet yatan vîrâneden.
Bir kıvılcımdır yakar dünyâyı bir kabrin gülü,
Burç u bârûlar yıkar bir gölge, bir bilinmeyen ölü.
Ses çıkarmaz, canlıdır zannettiğin bin nâsiye,
Bir mezarın gönlü vardır, bir avuç toprak deme.
Bin cehennem gizlenir tek bir nigâhın altına;
Çıkmayan bir sesde bâzan gizlidir bin fırtına.
Kal’alar, taşlar, demirler, beldeler, mamureler
Yıldırımlardan cehennemler, çelikten çehreler,
Kan saçar makber saçarken durmayıp etrafına,
Râm olur bir gün kazanç, bir tek şehîdin tayfına.
Korkarak bak, sen sebepsen, dâima bir mateme;
Bir mezarın gönlü vardır, bir avuç toprak deme.
Bir avuç toprak, ezersen, bir çelik, bir tunç olur.
Ağlayan bir milletin sîmâsı pek dehşet olur.

O KADINA
Kendi aşkımda ben vefâ aradım,
Bana siz verdiniz o hârikayı.
Uçurumsuz bir yükseklik aradım,
Sizde buldum bugün o şâhikayı!
İstemem vuslatın hakikatini,
Yetişir vuslatın gerçek dışı bana.
Bahtiyar olmak istemem, yetişir
Bahtiyar almak ihtimali bana!
Ömrümün günleriyle birliktir
Gecelerden uzun tahayyülünüz,
Talihim gülmemişse kendi bilir,
Bana âlemde sade siz gülünüz!..

RÜSTEM PAŞA CAMİİ

Koştum duâların çiniler ilkbâharına,
Daldım hayâl olup ta sütunlar diyârına.
Lâkin o kanlı nokta nedir, aklım almadı,
Mâbedde dalgalanmada bir kâtilin adı.
Her neyse… Mavisin o kadar mavisin ki sen,
En ince rûha gökyüzüyüm dersin istesen!
Masmavi güllerin kokusuz gölgesizse de,
Mermerlerin kımıldamayan bir denizse de
Taştan sütunlarında uğuldar satır satır
Bambaşka bir lisan ama, Süleyman’ı anlatır.
Değil cür’etim düşüp kapanıp secde etmeye,
Alnım semâya belki değer, kirletir diye.
Bir noktasında sade durur, dinlenir sızım;
Bir parçacık şu kubbeni ver, âsumansızım!

Daha Fazla Göster

Bir cevap yazın

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu
Kapalı